Ceren Suntekin Söyleşi

Ceren Sungun Söyleşi

Bir Arada Yaşam için Sivil Toplum Bütüncül Yaklaşımına İhtiyaç Var

Ceren Suntekin’le Söyleşi

Alandaki çalışmalarınızdan kısaca bahseder misiniz?

İnsan hakları ve özellikle de çocuk hakları alanında 20 senedir çalışıyorum. Bu süre zarfında Roman çocuklarla ilgili bir tez hazırladım. Ermeni okullarında çocuklarla çocuk hakları üzerine çalışmalar yaptım, özellikle üç sene önce Almanya’da ortak bir dil olmadan Afrika’nın çeşitli bölgelerinden gençlerle çalışmak benim için önemli bir deneyimdi. Fakat tüm bu çalışmaların ortasında benim için her zaman büyük önem taşıyan Tarlabaşı Toplum Merkezi var. Tarlabaşı Toplum Merkezi’nde hep çokkültürlü, barış içinde, birlikte yaşama kültürünü pekiştirmek; yaygınlaştırmak, pratik etmek için çalışmalar yaptık. Tarlabaşı “Tarlabaşılı” olarak belli bir grubu kapsasa da Romanlar, Kürtler, mülteciler, Afrikalılar, Müslüman olmayan gruplar olarak çokkültürlü yaşam süren bir yer. Tarlabaşı deneyimim 13 sene sürdü, hala orada gönüllü danışmanlık yapıyorum. Tezimi de roman çocuklar üzerine yazdım, Osmanlı’dan itibaren romanlar da Tarlabaşı’na yer gösterilerek taşınmış gruplar olarak orada yaşıyorlar. Bu kadar karma yoksul bir grubun suçla ilişkilendirilen bir bölgede aynı zamanda şehir merkezinde birlikte yaşayabilmesi bir model aslında. Tarlabaşılıların deyimiyle: “Burada herkese yer var!” Son olarak 2011 yılı ile birlikte Suriyeliler tarafından bile dışlanan Abdal ve Dom gruplara ev sahipiliği yapan bir yer Tarlabaşı. Burada çalışmalarımı sürdürürken aynı zamanda Sarıyer Belediyesi ile bir protokol yaparak çocuk hakları politikaları bazından belediyenin güçlenmesini sağlayan bir program hazırladık. Sarıyer Belediyesi ile de eğitim ve danışmanlık çalışmaları devam ederken Şişli Belediyesi Eşitlik Birimi ile profesyonel olarak çalışmaya başladım. Şişli Belediyesi Eşitlik Birimi de benzer ilkeleri benimseyen bir birim. Belediyenin insan haklarıyla ilgili stratejilerini, politikalarını planlamak için var. Mülteciler, azınlıklar, yaşlılar, gençler, çocuklar, kadınlar, engelliler ve LGBTİ+lar için insan hakları birimin odaklandığı çalışma alanları. Bu gruplar için politikalar üretmek, belediyenin stratejik planını ve faaliyetlerini planlamak; karar vericiler için konuyu gündemde tutmak birimin ana işi aslında. Şişli’de, Kuştepe gibi bir mahalle var, Romanlarla çalışıyoruz. Ermeni, Rum ve Yahudi nüfusu olan bir yer burası, aynı zamanda son yıllarda mültecilerin yerleştiği, LGBTİ+ toplumunun ise yaşamayı tercih ettiği bir ilçe. Yine bir arada yaşamı kurgulamaya çalışıyoruz.

Peki, “Çokkültürlülük” kavramı sizin için ne ifade ediyor? 

İki sene önce Alman Dış İşleri Bakanlığı’nın da desteklediği IFA’nın, göç ve çokkültürlülük üzerine bir programına katılmıştım ve bu kavramları tartışmıştık. Katılım kelimesinden de ziyade, “birlikte yaşam ve çokkültürlülük” kavramlarını kullandık. Bir de “Trans kültür” kavramından bahsedebiliriz: bir sürü bir sürü kültürün birleşiminden yepyeni bir x çıkması. Bu bana çok daha güzel geldi. Evet şu an sınırların kalktığı, dijitalleşmenin olduğu, göçün yaşandığı ve birbirini sevmeyen grupların olduğu bir dünya var; bu bir gerçeklik – “kabul ediyorum”ya da “kabul etmiyorum” diyebileceğimiz bir şey değil. İnsan en temel hakkı olarak kendini kimliği ile ifade edebilmek istiyor. Birlikte yaşam formlarını bulmak bu yönden önemli. Kavram olarak ise “birlikte yaşam” ve “çok kültürlülük” doğru geliyor. Rehabilitasyon, entegrasyon gibi kavramları oldukça hiyerarşik ve dışlayıcı buluyorum. İnsanlar söz konusu olduğunda onu varolan bir yapıya entegre etmek, çoğu zaman yapıyı ya da yapının oluşturucularını kutsama riski taşıdığı için tehlikeli. Farklı gruplar, farklı insanlar, farklı özellikleri, farklı ihtiyaçları da beraberinde getirir. Daha önce varolan o şey, tekrar düzenlenmeli, orada yaşayan herkesin eşitlik ilkesi ile aidiyet ilişkisi geliştirebileceği yeni bir düzene evrilmelidir. Bu ise ancak birlikte barış içinde yaşam ile mümkündür.

“Bir arada yaşam” sizin için ne ifade ediyor? 

Hepimiz, bu alanda çalışan kişiler de sokaktaki insanlar da iklimin bu kavram üzerindeki etkisini unutuyoruz. Kentse kentte bir arada yaşamak, köyse köyde bir arada yaşamak farklı şeyler. Sel, deprem vs. bir sürü etken var – başkaldıramayız, onu reddederek bir yaşam formu geliştiremeyiz. Coğrafya, iklim ve doğa bir arada yaşamda belirleyici. Yokuşta bir yerse örneğin o mahalle; engellilerin hayatı, park konusu ona göre şekillenecek. Kentin bir minimumu var – o minimuma herkesin ayak uydurması gerekiyor. Ama bu ona uyduramayanlar dışlanacak anlamına gelmiyor. Onun kentte yaşam becerilerinin desteklenmesi gerekiyor, bunu hiyerarşik bir yerden de görmemek gerekiyor. Ormanda doğup büyüyen bir kişinin yaşam becerileri ile deniz kenarında doğup büyüyen bir kişinin yaşam becerileri birbirinden farklıdır. Bu kişiler birbirinden üstün değillerdir. Ama ortak bir etkiye maruz kaldıklarında heybelerindeki dağarcığa göre hareket edebilirler ve ancak birbirlerini güçlendirdiklerinde yaşayabilirler. Bir arada yaşam konusunda coğrafyanın, iklimin ve doğanın belirleyiciğiyle insan hakları ve insan onuru temel olmalı.

Farklı kimliklerin bir arada yaşamasının önündeki engeller neler? Nasıl temel sorunlar var? Bu engelleri kategorize etmeniz mümkün olur mu? (Politika bazlı, söyleme dair vs.) 

En başta bilgisizlik, doğru bilgiye erişememe ya da kişilerin ve grupların birbirleri hakkında bilgilerinin olması. Bilmediğimiz zaman korkarız. Korku bizi içe kapanık hale getirir. Kendimizi tehdit altında hissederiz. Güvenlik, herkes için güvenlik, kanunlar, yasalar, devlet, yerel yönetimler, kolluk kuvvetler, karar vericiler tarafından tahsis edilmiyorsa, insan haklarının uygulanması konusunda kişilerin devlete karşı güvensizlikleri varsa, insan hakları ile ilgili ihlaller yaşanıyorsa, zaten varolan insan gruplarının ihtiyaçları dikkate alınmıyorsa tanımaya dair merak yerine endişeye bırakıyor. Bu da kendilerini koruyabilmek için diğerleriyle aralarına mesafe koymak, uzak durmak, kategorize etmek olarak vücut buluyor. Çünkü insan beyni kategorize ederek çalışıyor. Adaletin tam tahsis edilmediği zamanlar ve bölgelerde bu durum daha fazla yaşanıyor. Önyargılar ve kalıp yargılar besleniyor. Bu yargılar ve genellemeler ana akım ve sosyal medya aracılığıyla, sorgulamadan benimsediğimiz her politika ve söylemle yaygınlaşıyor. Ve insanlar araştırma yapmadan bunlara inanmayı yeğliyor ya da böyle davranmak daha kolay oluyor.

Çalıştığınız alanda/şehirde hangi kültür ve kimlik gruplarından söz edebiliriz? 

Ermeniler, Romanlar, Kürtler, Suriyeliler, Mülteciler, Iraklılar, Afganlar, LGBTIQ+, kırsal kesimden şehre göçenler. Ayrıca bir kimlik olarak değerlendirilmese de çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar ve engelliler de çalıştığım bölgede ihtiyaçları görülmeyen ve karar alma mekanizmaları içinde mücadele ile yer almaya çalışan gruplar içindedir diyebilirim.

Çalıştığınız alanda ve şehirde, kültür ve kimlik üzerine çalışan sivil toplum kuruluşları neler? 

Tarlabaşı Toplum Merkezi, Sulukule Gönüllüleri Derneği, SPoD, Lambda İstanbul, ASAM, Hayata Destek, IKGV… Geneli politika ve söylem kaynaklı. Homofobi, transfobi, Kürtlere/Alevilere/Ermenilere ayrımcı/ırkçı davranışlar, nefret söylemi… Kürt Alevi bir trans erkek düşünün. Birçok kesişim içinde ayrımcılığa maruz kalma riski var… Çoğu çatışma, politik söylemlerin ve medyanın ürünü. Bir de işte insanın kendisini “korumak” için bu grupları günah keçisi yapmak kolayına geliyor. Aslına bakarsanız bu ülke için Türk, Sünni, beyaz, heteroseksüel, beden uzuvları sağlam, bir erkek değilseniz çatışma içinde kalır ve her türlü ayrımcılığa maruz kalabilirsiniz. Baktığınızda şehir de hayat da kanunlar da tüm eğitim ve geçim sistemleri de buna göre planlanmış. Bunun dışına çıkan en ufak bir özellik/farklılık sizi dışarı itmeye yetiyor.

Kimliklere özgü çatışma ve ayrımcılık alanları neler? Bu alanları kategorize etmeniz mümkün olur mu? (Politika bazlı, söyleme dair vs.) 

Geneli politika ve söylem kaynaklı. Homofobi, transfobi, Kürtlere/Alevilere/Ermenilere ayrımcı/ırkçı davranışlar, nefret söylemi… Kürt Alevi bir trans erkek düşünün. Birçok kesişim içinde ayrımcılığa maruz kalma riski var… Çoğu çatışma, politik söylemlerin ve medyanın ürünü. Bir de işte insanın kendisini “korumak” için bu grupları günah keçisi yapmak kolayına geliyor. Aslına bakarsanız bu ülke için Türk, Sünni, beyaz, heteroseksüel, beden uzuvları sağlam, bir erkek değilseniz çatışma içinde kalır ve her türlü ayrımcılığa maruz kalabilirsiniz. Baktığınızda şehir de hayat da kanunlar da tüm eğitim ve geçim sistemleri de buna göre planlanmış. Bunun dışına çıkan en ufak bir özellik/farklılık sizi dışarı itmeye yetiyor.

Kimlik ve kültür gruplarının maruz kaldıkları ayrımcılıklarla ilgili, dönüştürebilir, hızlı adım atılabilir, iş birliğine açık alanlar var mı? Çözüm önerileriniz neler olurdu? 

Çok fazla var. Eğitim mesela bütün bu alanların kesişim alanı, kent hakkı ve şehir yaşamı, sağlık aynı şekilde ve ifade özgürlüğü… Barınmayı da ekleyebiliriz. Biz mesela Şişli Belediyesi Eşitlik Birimi olarak şehrin her grup için eşit, haklara erişilebilir ve güvenli olan bir yer olması için çalışıyoruz. Bunun için odak gruplarla çalışıyor, ihtiyaçlarını dinliyoruz. Sivil toplum örgütleri her zaman partnerimiz, onların derinlikli ve alandaki uzman çalışmalarına kulak veriyoruz. Karar mekanizmalarına katılım için ise o kararın etkilendiği her grubun etkin olmasına alan açıyoruz. Bütün bunlar belediye içinde bile savunuculuk ve lobicilik yaparak, karar vericilere baskı yaparak ve özellikle birbirine uzak olan grupları yan yana getirdiğimiz alanlar yaratarak mümkün oluyor. Bazen yüzleşmenin sağlandığı gerilimli ortamlar için kolaylaştırıcı oluyor bazen ise farklı grupların orak hedef için hareket etmesini ve birlikte üretirken birbirlerini tanımasını sağlıyoruz.

Sivil toplum kuruluşlarının atılacak adımlardaki misyonları ne olur? 

Birlikte yaşama kültürünü güçlendirecek çalışmalara ağırlık vermeleri. Çok büyük bir hata olarak değerlendirdiğim bir konu var: Suriye savaşı sonrası Türkiye’ye gelen göçlerde insanların insani ihtiyaçlarına öncelik verilirken bu grupları karşılayan Türkiyelilere destek olmak ötelendi. Hem krize müdahalede profesyonel çalışan meslek elemanı yetersizliği hem kaynakların ilkyardıma ayrılması sürecin başlangıcında öngörülmemiş zorluklara sebep oldu. Türkiye’deki grubun, koşulların da bu grubun varlığına hazırlanması gerekiyordu. Okullarda Suriyeli çocuklar destekleniyor örneğin, ama onlar kadar Türkiyeli çocuklar da desteklenmeliydi. Çocukların birbirlerine empati geliştirmesini sağlayacak çalışmalar yapılmalıydı. Yeni bir durumun farklı gruplar üzerindeki olumsuz etkisini azaltmak için bütüncül bakılmalıydı. Yardım eden – yardım edilen ilişkisi hiyerarşik bir sisteme oturtulunca eğitim/okul sistemi değişmeden Suriyeli çocukların istisnasız amasız bu sisteme ayak uydurmaları beklendi. Türkiyeli çocukların, öğretmenlerin hazır olması için destekler yetersiz kaldı. Zaten zorlu şartlarda ilerleyen eğitim sistemi içinde göç, savaş travması ve yoksulluk dışında kimliklere yönelik akran zorbalığı çocukların okuldan kopmasına neden oldu. Adil yürütülmeyen süreç, yanlış politikaların çıktısı oldu. İyi bir şey yapılmaya çalışılırken kötü sonuçlar ortaya çıktı. Sivil toplum örgütleri şu an bunu düzeltmeye çalışıyor, süreç baştakine göre daha iyi, uyum/barış çalışmaları hız kazandı. Ama başta hiç böyle başlanmamalıydı. Bu başlangıçta donörlerin de etkisi var. İhtiyaca göre yapılmayınca çalışmalar, belli trendleri takip eden bir pazara dönüşebiliyor… Sivil toplum örgütlerinin birbirleriyle daha fazla etkileşim içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Deneyim paylaşımı, bilgi aktarımı önemli. Amerika’yı tekrardan keşfetmeye gerek yok. Alanda çok iyi çalışan, iyi örnekler bulabileceğimiz uygulamalar mevcut. Tüm çalışmaların sosyal içermeci bir yaklaşımla tek gruba yönelik değil, daha bütüncül kurgulaması gerekiyor. Kapsamlı politikalar üretmek, multidisipliner çalışmak ve karar alma mekanizmalarına konunun muhattaplarını katmak zaruri.